Hrant Dink
Agos – 5 Temmuz 1996
Dümdüz bir araziydi bizi alıp götürdüklerinde. Birkaç yüz metre ilerisinde de, henüz el değmemiş bir göl ve yanında tertemiz bir deniz. İlkokul iki ile beşinci sınıflar arasında okuyan çelimsiz öğrencilerdik, 20 kişi kadar. Koca bir yaz orada kamp hayatı yaşayacaktık güya… Ve kazmaya başladık önce. Kazdık çadır çubuklarını diktik, kazdık fidan diktik, kazdık kuyu açtık. Başımızda bir inşaat ustası ve biz 20 çocuk amele, kazdık temel attık ve bina inşa etmeye başladık. Yanı sıra kazdık kümes yaptık, ahır yaptık. İnanın o yıl hep kazdık.
Tam üç ay boyunca çalıştık çabaladık ve o dümdüz çorak araziyi giderek yeşillenen giderek renklileşen, üzerinde binalar yükselen ve görenlere “aaa…! buraya insan eli değmiş burada insanlar yaşıyor” dedirten bir yer haline getirdik . Kamp hayatı yaşamaya gitmiştik, kamp inşa edip döndük yatılı okulumuza o yaz.
Ve o yazlar, yıllarca ardı sıra hep böyle devam etti. Her yaz gittik Tuzla Kampına. Biz çocukların sayısı da giderek arttı. Yeni kuyular açtık, su çoğaldı, yeşillikler çoğaldı. Gündüzler ve geceler boyu elle durmaksızın çektiğimiz su tulumbası da günün birinde motorlaştı. Yıllar geçtikçe ağaçlar boyumuzu geçti, binaları kapladı, kampın göğü geçit vermez oldu kızgın güneşe, gölgeleşti her bir yan. Çocuk emeğimize karışan çocuk seslerimiz gübresiydi belki de doğanın. Gelen imrenir, gören imrenirdi. “Aşkolsun ” derdi herkes, “aşkolsun”.
Bu arada biz çocuklar da hazıra konma yerine kendi ürettiğiyle yaşama kültürünü ediniyorduk yavaş yavaş. Kümesten günde birkaç kez topladığımız yumurtaların bolluğunu anımsıyorum bazen, nasıl da hedef tahtalarına nışan alıyorduk tam onikiden. Tavuk kıçında gezinen parmaklarımızla henüz taşlaşmamış yumurtayı lastik top halinde yakalayabiliyorduk her an. Bolluk ve bereket getirmiştik o 10 dönüm çorak araziye. Tazeyi ve canlıyı yaşıyorduk kendi yarattığımız canlı ortamda. Beethoven’in müziğiyle dini ayin yapıp ahır temizliyorduk ardından. Ya da kampın bir ucundaki kavak ağaçlarının alt gövdelerini kireçlerken ötede salonun hoparlöründe çalan halk müziğimizin dört sesli yorumlarını dinleyebiliyorduk aynı anda. Günde çok saat çalışıyor çok saat da şükrediyorduk Tanrıya. Dua başlangıcımızdı hep “Tanrım bizlere bahşettiklerini ihtiyacı olanlardan esirgeme” demek.
Günün birinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bir yazı geldi Kampın sahibi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesine. Azınlıklara ait vakıflar 1936 yılından sonra bu ülkede herhangi bir gayrımenkul satın alma, mülk edinme, hakkına sahip değilmiş meğerse. Yasalar buna engelmiş. Dolayısıyla bu kampın tapu kaydı iptal edilecek kamp da eski sahibine iade edilecekmiş. Dediklerini de yaptılar doğrusu. Davalarla, dolaylı dolaysız yaptırımlarla kampı elimizden aldılar ve eski sahibine geri verdiler sonunda.
Biz öylece cascavlak kaldık ortada. Kamp yeri ve binası şimdi öyle duruyor orada. Kenarları oldu tam bir villa panayırı. Bina ise dişleri dökülmüş, avurtları çökmüş, sendeleyen yaşlı bir harabe. Bizim o güzelim yeşil ağaçlarımız birer birer kesilmiş, kalanlar ise küsmüş sararıp solmuşlar öylece.
Geçtiğimiz pazar Kınalıada çocuk kampının sezon açılışında Tuzla Kampını anımsadım hep. Çalınan, gaspedilen “çocuk emeğim”i sorguladım usumda. Şimdi ne bekleniyor benden? “Helal olsun” mu diyeyim yani? Yoksa… “Aşkolsun”mu?